27 Kasım 2013 Çarşamba

The big big change.


“And when the event, the big change in your life, is simply an insight—isn't that a strange thing? That absolutely nothing changes except that you see things differently and you're less fearful and less anxious and generally stronger as a result: isn't it amazing that a completely invisible thing in your head can feel realer than anything you've experienced before? You see things more clearly and youknow that you're seeing them more clearly. And it comes to you that this is what it means to love life, this is all anybody who talks seriously about God is ever talking about. Moments like this.” 




Jonathan Franzen-The Corrections 


9 Kasım 2013 Cumartesi

Les yeux verts

Ya da " yeşil gözler" .




Marguerite Duras'ın 1990 tarihli bu kitabı, Haziran 1980 tarihli Cahiers du cinema'da çıkan yazıları da eklenerek genişletilmiş ikinci baskıdan çevrilmiş. 

 " özel bir sinemacıdan mektuplar,fragmanlar ve röportajlarla kurulmuş bir kitap:dünya,deneyimler,edebiyatla sinemanın ilişkisi,kişisel deneyimlerin bir sinemanın oluşumundaki yeri,sinema yapmak,sinemaya gitmek,kitaplar ve filmler. 1990'daki ilk basımını yakalayamamış genç kuşaklar için..." 

Asıl paylaşmak istediğim bölüme gelirsek; 


[sayfa 42 - "Woody Allen Chaplin"]

[......]" Sinema konusunda çok bilgili olan siz Cahiers du cinema'cılar,biraz da sizin düzeyinize çıkmak için dün akşam Annie Hall'u gördüm.O anda pek hoşuma gitti,işte en uygun sözcük bu,çok "hoş"tu,sonra geçti. Ertesi sabah hiçbir şey kalmamıştı. Daha birkaç gün öncesine kadar hiçbir tanışıklığım olmayan Woody Allen sanırım çok düşünülüp taşınılmış bir sanattan yana;aynı şekilde çok bölgesel,inceden inceye hesaplanmış,Chaplin'inkinden çok daha dar-alabildiğine dar- bir mizah anlayışı var Woody Allen'ın. Woody Allen neredeyse,orada kalıyor. Çevresinde hiçbir şey kıpırdamıyor,nesneler tüm farklılıklarıyla durup duruyorlar,onunla birlikte harekete geçmiyorlar,hiçbir şeyi değiştirmiyor Woody Allen. Onun çevresinde New York da aynı. New York'u  boydan boya katediyor,New York hep aynı. Şehir Işıkları'nda Chaplin mekanın bütününde yaşar. Her yanda yankılanır Chaplin . New York'ta ya da başka bir yerde,her nerede olursa olsun, Chaplin  geçince,her şeyde onun yankısı kalır. Her şey Chaplin 'dir. Tüm kent,kentler,sokaklar. O susan adam olur. Chaplin tek bir numarada ,tek bir oyundadır; sanki tek bir kez, tek bir sessizlik,tek bir aşk,dermiş gibi. Bu oyun da yine tek bir yerde geçer ama ,uçsuz bucaksız bir yerde. Burası,bütünüyle Chaplin'in yeridir . Chaplin oynarken, kendine ait olan hiçbir şeyi saklı tutmaz, yedekte bırakmaz. Sahip olduğu her şeyi o anda oyununa katar. Onun yanında Woody Allen cimrinin,elisıkının teki. Birtakım numaraları ,oldukça başarılı sahneleri,son derece yapmacıklı , son derece ölçülüp biçilmiş,çok yerel ,çok "gerçek hayattan alınma" ve aslında iyi hazırlanmış birtakım "gag"leri var. Aynı "parizyenizm" gibi bu da son yılların "New yorkizmi". Annie Hall'da New York'u göremedim,bir yaşam tarzını gördüm;öyle,New York'tayken tanıdığıma benzer bir tarz,oldukça kasvetli,ama oldum bittim New York-Babylone tarzı değil. Sonra Annie Hall'da aşk yalnızca "gag"lere bir bahane oluşturuyor,işte bu olmaz. Woody Allen'ın sefaleti burada,bir alay etme,çekiştirme,zarar verme,kabalaşma tarzını sürekli öne çıkarmasında,monden bir edayla,sürekli buna başvurmasında. Bir an tereddüt ettim ama Woody Allen hakkında bu şekilde konuşmak umrunda değil. Zaten eleştirmenler onu göklere çıkarıyor,artık hiçbir şey ulaşamaz ona. Tuhaf ama , oyunundan ve söyleşilerinden korkunç biri olsa gerek, hayatta hiçbir şeyi sevmemiş olsa gerek diye bir çıkarsama yaptım. Sonuçta oyuncularda her şeyi görüyor insan.,bütün arka planı. Keskin görüş.
Chaplin'in gezginliği coğrafi sınır tanımaz. Woody Allen'ınki Kuzey Amerika,N.Y.,Manhattan'la sınırlı. Woody Allen, dikiş izleri görünen yamalı parçalara benziyor. Dikişlerini görüyorum;halbuki Chaplin 'de hiçbir şey görmüyorum,düz bir çizgi görüyorum,dünyayı saran
güven dolu bir bakış görüyorum. Sonra karşılığında Chaplin'in o hüznü.Evet, kaçışı olmayan bir bağımlılık ağına düşmüş hayvanın hüznüne benzer bir hüzün. Daha baştan, hakkında yapılacak bütün yorumların,bütün siyasi ısrarların önüne geçen,hepsini geri püskürten bir yazgısı var bu hayvanın." 


29 Ağustos 2013 Perşembe

Weltliteratur in 300 Jahren - im Gespräch mit Johann Wolfgang von Goethe

Verehrte Weltbürger!
Welch sonderbares Medium mit dem man im 21. Jahrhundert zu kommunizieren pflegt! Diese Berreicherung für die interkulturelle Kommunikation erscheint mir jedoch als ein problematischer Faktor für die Entwicklung und Verbreitung der Weltliteratur, wie ich ihrer bekannt bin. Denn dieser - wie die Jugend ihn nennt - Fortschritt ist doch ein sonderbares Medium. Das Internet ist meiner Meinung nach nur eine Metapher der - wie sagen die Menschen heute? - zunehmenden Globalisierung.
Ich glaube, die Weltliteratur sollte stets auf einem Austausch der Kulturen begründet sein, in dem sich fremde Völker gegenseitig tolerieren. Heutzutage, so habe ich den Eindruck, schreiben die Menschen, um Menschen zu gefallen, mit dem, was schreiben. Es erscheinen viele Bücher und Geschichten der ähnlichen Thematik, lediglich, um ein großes Publikum anzusprechen. Viel hat sich seit meiner Zeit verändert. Wird sich die Welt weiterhin in so schnellen Schritten entwickeln? Wo bleibt die Individualität unserer Literatur?
Ich frage Sie, verehrte Weltbürger, Jugend der Jetztzeit, sind Sie nicht auch dieser Ansicht?

Es empfiehlt sich, J.W. von Goethe



Kommentare:

Eure Exzellenz,


das ist echt cool, mit Euch mal via blogger.com zu reden. Jaaa, das ist Kommunikation heute und ich seh da nich wirklich irgendeine Problemzone. Aber natürlich finde ich Eure Auffassung von Weltliteratur ganz interessant, ich meine, ich hab mich jetzt auch schon eine Woche mit dem Thema auseinandergesetzt. Natürlich liest man in dem Zusammenhang Euren Namen ziemlich oft, klar. Durch Eure Aufforderung habe ich mir auch mal die Platte zerbochen und nachgedacht, was für mich eigentlich Weltliteratur bedeudet.
Also, für mich sollte nämlich Weltliteratur einmal eine geschichtliche Wirkung erzielt haben, einen Bann, den das Publikum bis heute nicht mehr loslässt. Allerdings zählen für mich auch Bücher mit historischer Bindung zu Weltliteratur, Bücher, die Zeuge ihrer Zeit sind und uns etwas über sie erzählen können.
Zum ersten Punkt zähle ich die Bibel, die Martin Luther übersetzte und so vielen Menschen dieses Wissen zugänglich machte. Außerdem gehört für mich auch die Harry-Potter-Reihe dazu. Mit den Fantasyabenteuern konnte Joanne K. Rowling ein Millionenpublikum verzaubern. Sollten Sie vielleicht auch mal lesen. Echt spannend. :-P
Mit dem zweiten Teil verbinde ich natürlich Eure Werke, im Besonderen Eure hinterlassenen Schriften, Briefe sowie Die Reise nach Italien, als Dichtungen, die mehr zur ersten Kategorie gehören. Ich meine, mit Eurer Präsenz haben Sie den Weltfokus auf Weimar gerichtet und so - neben den anderen, großen Schriftstellern, also Euren Zeitgenossen - eine ganze Epoche geprägt!
Jane Austen stellt für mich mit ihren Romanen eine Verbindung der beiden Punkte dar. Einerseits zeugen ihre authentischen Geschichten von der damaligen Gesellschaft, andererseits sind die Romane zeitlos, beim genauen Lesen erkennt man, dass Menschen von damals und heute sich sehr ähneln und diese Parallelen führen doch immer wieder zu Heiterkeit auf Seiten des Lesers. :-)
Tja, so viel dazu, mal sehen, was die anderen zwei noch sagen.


Tschüssi! Juliane


La pluralité des cultures n'est selon moi que l'expression des nombreuses formes que la nature humaine peut adopter.
L'expression de "littérature du monde" sous-entend avant tout une dimension spatiale: cette forme de littérature ne connait pas de frontières.
Mais on peut ajouter à ce terme un autre aspect, celui de l'atemporalité. Seule l'immuabilité de l'être humain  rend un "commerce intellectuel" possible, car toute communication repose sur des points communs qui existent entre les différents êtres impliqués.
Ce "commerce intellectuel" n'est pas seulement enrichissant, il est même nécessaire par l'ouverture de nouvelles perspectives qu'il engendre.
Quelques exemples  rendraient mon propos moins abstrait. La Bible par son universalité a boulversé l'existence de nombreux êtres, quelle que soit leur origine. Mais il existe d'autres oeuvres, dont les visées sont moins existencielles et qui ont prouvé par leur succès mondial qu'elles faisaient partie de cette littérature mondiale. Goethe bien entendu mais aussi  Molière, Tolstoi, Shakespeare sont  des auteurs mondialement connus qui ont contribué à l´enrichissement de la littérature du monde.
S'il s'est développé une forme de pessimisme parmi certains qui dénoncent une trop grande  propagation et adoption de la culture occidentale, il me semble au contraire que l'internationalisation de nos sociétés offre un climat  favorable pour appliquer le concept de "commerce intellectuel"de Goethe.
 Mon expérience personnelle seule suffit à le prouver, car l'échange que j'ai pu réaliser avec les autres participants fut extrêmement enrichissant. Grâce à Ceyda, une camarade turque, j'ai entendu parler de Nazim Hikmet. Catarina, une jeune fille portugaise nous fait part des beautés de son pays, d'une bibliothèque à Lisabonne, entre autre, où parmi les écrits résident les chauves-souris.
C'est pour cela que je trouve la vision de Goethe, dún échange littéraire entre les êtres, si  belle. Plus qu´avant, notre époque me semble y être particulièrement propice.

Céline




Merhabalar,

Öncelikle diger iki kullanicinin yorumlarini da -anladigim ölcüde- oldukca enteresan buldum ve cogu noktada onlara katiliyorum diyebilirim de.

Gunumuzde "dunya literaturu" ile ilgili olarak bircok yeni ve farkli yaklasimlar var,cunku bu kavrama yeni bir tanim/giris yapilmak deneniyor.Mesela Erich Auerbach (1892-1957) dunyadaki edebi cesitliligin kaybindan sikayet etmisti ve su soruyu sormustu: "Goethe´nin gelecege donuk dunya literaturuyle ilgili varsayimlari gunumuzle gercekten de uyusuyor mu?"

Ancak bana gore dunya literaturu,herseyin toplami olarak alacagimiz "butun literatur" icinden siyrilip,heryerde genel gecer olarak ve zaman siniri olmadan kabul edilen ve estetik normlara dayanan bir "kanon". Yani olay su ki, "genel" "zamansiz" "cografyalardan bagimsiz olarak gecerlige sahip olan " bir literatur.Bu da demek oluyor ki,literatur bir cografyanin sinirlarindan cikip,disari ve olabildigince genis olarak yayilip okunmali ki,gercekten de "dunya literaturu" kimligine layik olabilsin.

Ve tabii ki literaturun cesitliligi ve ozgunlugu uzerinde hummali ve saglam bir calisma her zaman gerekli.

Önemli bir nokta daha, edebiyata ve edebiyatin degis/tokusuna elverisli ve olabildigine verimli bir tabandan yola cikilmali.

Eger soracak olursaniz:"dunya literaturu neden insanliga bir fayda/bir katki olarak algilanmali?"
Buna yegane cevap söyle olacaktir: "Poesie" ve Edebiyat yaratabilme becerisi . Iste bu beceri basli basina tum sureci "yuceltiyor"

Dunya Literaturu internasyonel Konusma/fikir alisverisleri/oturumlarin ortak bir urunu ve maddesi .Ve bu surec icinde farkli kulturlerin ortak/benzer yanlarinin da ozellikle alti cizilmeli ama bu oyle incelikle yapilmali ki,nasyonel farkliliklara kadar temas edebilecek bireyselligi/ozgunlugu yok etmesin.

Sonuc olarak dunya literaturunun "isleme" kismi (ki bu aslinda surecin bizzat kendisi) sanatcilara/yazarlara bagli.

Bir ornek vermek gerekirse, yillardan beridir "favori" kitabim olarak hep bahsettigim ve her yere etiketledigim Climats adli kitabin yazari Andre Mauris.Hatta bizzat suan okumakta oldugunuz blog adresimde de toplamda 7-8 bolum halinde makale olarak da yayinladim ve kendisinden/kitaptan oldukca ayrintili olarak bahsettim.Varmak istedigim nokta su , kitabi okudugumdan beri Fransizca`ya ve Fransiz kulturune ozellikle bir ilgim var .  Mauris`in hikayesi  oldukca mutevazi ve abartisiz bir 19. yuzyil fransiz tasrasinda geciyor-ki bu da beni kitabin iyice icine ceken etken olmustu-

Ve bense, suan buradayim ve Andre Mauris`ten,ta 19.yuzyilda yayimlanmis kult kitabindan bahsediyorum.´Bizzat fransiz arkadaslarimin da dahil oldugu grubumuzda gercek anlamda "dunya literaturu"nu derinlemesine isliyoruz ve bizim icin ne anlama geldigini cozumlemeye calisiyoruz.Ve iste tam da bu , bunlarin hepsi benim icin  dunya literaturune giriyor.Goethe`nin 300 kusur yil once de soyledigi gibi "kulturlerarasi Komunikasyon"un(yanin aslinda dunya literaturunun baska bir tanimi) biz canli kanitlari ve hatta ornekleriyiz.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Nietzsche Ağladı,sonra?

Önceki postlarımda bahsettiğim gibi bi süre önce Irvin D.Yalom'dan Nietzsche Ağladığında'yı okudum.Kitap hakkında beklentilerimi yükseltmeme değmiş,oldukça etkilendim.

Ama en büyük sürpriz kitabın sonunda yazarın notunda saklıydı.Olaylar -neredeyse hepsi olmak üzere- ve kişiler gerçekmiş.Tamam , Sigmund Freud ve Friedrich Nietzsche'nin çizgi film karakteri olmadığının farkındayız. Ama kitabın baş kahramanı Josef Breuer !!! Psikanaliz ve psikolojide ''histeri''nin hipnozla ve terapiyle düzelmesinde oynadığı büyük rol, tıp dünyasına yaptığı tüm katkılar, hepsi ciddi ciddi olmuş. Kitap bitince ufak çapta bi şok geçirdim sırf burdan yola çıkarak.
Ve bir diğer şok : Lou Andreas-Salome.... İnanılmaz.Kitaptaki Freud-Breuer-Nietszche-Paul Ree dörtgeninin yegane köşegeni o  olsa gerek :)
Ya da ortak noktası diyelim. Bu da gerçek,şaka değil yani !!

Burdan da şu sonuç çıkıyor,Kitaptaki Mathilde ve Max karakterleri dışında sanıyorum ki tüm kişiler+olaylar+mektuplaşmalar gerçek.

 Bu noktada sizin de tüyleriniz ürperdi,kabul edin.

Kitabı bitirdikten sonra kitaplığımda düzenleme yaparken bir de ne buldum ?

Françoise Giroud'un ''LOU : Özgür bir kadının öyküsü '' adlı biyografisini.(yıllar önce , Nietzsche'yle henüz kaynaşmamışken Tüyap Kitap Fuarı'nda rastgele aldığım bir kitap olduğunu sonra düşününce hatırladım.)

Kitabın arkasında yazan açıklamayı aynen yansıtıyorum,ilgilenip ilgilenmemek size kalmış :)

''Üstün bir zekaya,olağanüstü bir güzelliğe sahip olan Lou Andreas-Salome,1861'de St.Petersburg'da doğdu.Döneminin önde gelen düşünür ve sanatçılarını baştan çıkaran kadınlardan biri oldu.

Nietzsche,Rainer Maria Rilke,ona delice tutkundular.Freud onun çekiciliğine kendini kaptırmıştı....

.....Françoise Giroud;Lou,Özgür bir kadının öyküsü'nde , onun hastalıklı iffet duygusunu açıklayabilecek bir sav ileri sürüyor....

Lou Andreas-Salome,bir yazar;yaşadığı Almanya'da çok saygın bir psikanalist...Avrupa'nın ilk özgür kadınlarından biri....Kalemi ona maddi bağımsızlık ve sosyal konum sağladı.Ama asıl başyapıtı,bizzat kendisiydi.''

Mr. Sandman,bring me a dream.

The Puppini Sisters , 30lu yılları bize geri getiren tatlı 3 kadın.
Bu kış İş Sanat'ta Christmas Spirit konseptinde konser bile vermişler de,ruhumuz bile duymamış.Çok üzüldüm. Christmas olayına gelince,grubun yaptığı coverlarda hep bir karda yanan şömine sıcaklığı var.Aynı duyguyu hissetmek için ''Jingle Bells'' şarkısını onlardan bi dinleyelim mesela.



Ve birkaç diğer favorim:




27 Temmuz 2013 Cumartesi

yer gök Monet.



 


Water Lilies






 


The Butterfly Painting






 


Alphonse Monet reading in the garden






 


Jardin du Monet






 


Monet in Giverny






 


Japanese Bridge

edebiyatlı sanatlı

Monet'nin çiçekleri:
ve en beğendiğim iki tanesi The Path under the Rose Arches ve Water Lilies.







 


 


 


The Hours , Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'i yazarken -bir yandan da delirirken- geçirdiği duygusal yazın sürecini anlatan çok etkileyici bir film.3 farklı kadının Mrs. Dalloway odağında kesişen hayatları anlatılıyor aslında. Başrollerde Meryl Streep,Julianne Moore ve Nicole Kidman oynuyor. Filmden bir quote : You can't find peace,by avoiding life.


Bir de izlerseniz filmde ara ara hep adı geçen ''the hours'' a dikkat. O saatler beni ağlattı o saatler :)


 


Geçen hafta da The Long Ranger'ı izledim sinemada ama yine Johnny Depp yine hayal kırıklığı demekten kendimi alamıyorum maalesef.


Bi de sonunda Girl,Interrupted'ı izledim.


Winona Ryder ve Angelina Jolie'nin zirve yılları.


Deliler hastanesindeki birkaç kadının sıradışı arkadaşlığı .


'Recovered Borderline Disease' teşhisi ile taburcu olduktan sonra dahi gerçek delilik(insanity) ile aklıbaşındalığın farkını tam olarak çizmekte zorlanan Susanna,aslında filmin ana fikrini ortaya koyuyor filmin sonunda. Kesinlikle izlenmeli.Ve en başında aklınıza One Flew over Cuckoo's Nest'in gelmesini engelleyemeyeceksiniz :)


 


Bu arada Camus'nün Yabancı'sını aldım demiştim.Başladım ve bir solukta okudum.Zaten 100 küsür sayfaydı.Ağır anlatımına rağmen elinizden bırakamıyorsunuz.En azından ben bırakamadım.Ve Camus sağolsun,okul açılana kadar biraz aynı çizgiden yürümeyi düşünüyorum.George Orwell ile start'ı verip , Aldous Huxley ile bitireyim diyorum.Aklımdaki birkaç felsefe kitabını da aralarına katarak 1 ay sonra bana kattıklarını buradan paylaşırım diyorum :)


 


Bu arada bir haftasonu 4. kez Yunanistan'a kaçmak istiyoruz.Belki bu sefer Yunan Adaları'na bir uğrarız.Yunan kültürüne ailece bir yönelimimiz var.Soya çekim heralde asıl sebep,oralardan gelmişiz ne de olsa.


 


Nietzsche Ağladığında da bugün yarın biter.En az beklediğim kadar iyiydi.Zaten son zamanların favorisi Irvin D. Yalom,nerdeyse her romanı bestseller damgalı.


 

can't you find a clue when your eyes are all painted Sinatra blue?

Bon Iver-The Wolves

'The place beyond the pines' ve 'Rust and Bone' gibi güzellikler dolu iki filmin de son sahnelerinde başlıyor çalmaya.
Çıldırtan ses.


continuities

"Do I contradict myself? Very well, then I contradict myself".    

Again:Walt Whitman


Nothing is ever really lost, or can be lost,
No birth, identity, form---no object of the world,
Nor life, nor force, nor any visible thing;
Appearance must not foil, nor shifted sphere
confuse thy brain.
Ample are time and space---ample the field and
nature.
The body, sluggish, aged, cold---the embers left from earlier fires,
light in the eye grown dim shall duly flame
again; The sun now low in the west rises for mornings
and for noons continual;
To frozen clods ever the spring's invisible land
returns,
With grass and flowers and summer fruits and
corn.

and your very flesh shall be a great poem.

Amerikalı yazar Walter [Walt] Whitman uzun zamandır en sevdiklerimden.

Ona göre nasıl yaşamalıymışız ..

''This is what you shall do:love the earth and sun and the animals,despise riches,give alms to everyone that asks,stand up for the stupid and crazy,devote your income and labor to others , hate tyrants,argue not concerning God,have patience and indulgence toward the people,take off your hat to nothing known or unknown or to any man or number of men,go freely with powerful uneducated persons and with the young and with the mothers of families,read these leaves in the open air every season of every year of your life,re examine all you have been told at school or church or in any book,dismiss whatever insults your own soul,and your very flesh shall be a great poem and have the richest fluency,not only in its words but in the silent lines of its lips and face and between the lashes of your eyes and in every motion and joint of your body.''

From preface to Leaves of Grass , 1855
Walt Whitman

bağrı yanık müzik

''Sen Aydınlatırsın Geceyi ''

Film hakkında çok şey söyleyesim var ama hiçbir şey söylemicem bu sefere mahsus.

Sadece diyebilirim ki,Türk sineması günden güne gelişiyor,kendini adeta ileri itiyor.

Demet Evgar da bir kez daha büyüledi diyebilirim.Ali Atay'ı da bu filmde tanıdım,çok çok başarılı.
Bütün ekibe tebrikler sonsuz.



Ve müzik..







saturday morning:check

huzurlu bir cumartesi sabahından sevgiler herkese.
dün kırmızıkedi'den aldığım yeni kitaplarım kucağımda şuan ve havuza karşı uzanmış havanın keyfini çıkarıyorum.

hava çok güzel yine. Havuza da girilir ama pazartesi günkü son Abiturumu da atlatiyim öyle açıcam sezonu :)

yeni kitaplarım şuana kadarki ilk ve tek kitabı , dünya çapında rekorlar kıran ''Boksör Böcek '' olan Ned Beauman'ın ''Işınlanma Kazası'', geçen yıl Man Booker Prize'a aday olmuş.

diğer kitabım da cümleten bayıldığımız Jack Kerouac'ın ''Big Sur''u. O da Beat kuşağını ve anılarını anlatıyormuş bu kitabında. (nisan ayının ''bi'kaç alıntı'' postunda kendisinin pek de güzel bir sözü bulunuyor )

Bu hafta ikisini de bitirmeyi planlıyorum çünkü pazartesiden sonra resmen özgürlüğümü ilan edicem .

Aslında bu postu sosyal içerikli bir mesaj vereyim diye yazıyorum.

İki hafta önce arkadaşımla Boğaziçi'ndeki Galatasaray Rotaract etkinliği sonrası Bebek'te keyif yapalım dedik.Suada'da yemeğimizi yiyip, ( Bu arada mayıs sonuna kadar Suada'ya gitmeyin havuz tarafı tamamen kapalı ve tadilatta.Asıl amacımız Mezzaluna'da yemekti ama başka bir restorana girmek zorunda kaldık.) sonra da bir yerde kahve içelim dedik. Happily Ever After'da oturmaya niyetlendik fakat KAHVE SERVİSLERİ YOKMUŞ. Arkadaşlar sizden rica ediyorum oraya gitmeyin.Bizim gibi saftirik gençleri görünce ve yemek servisi açılmadığı sürece bu bahaneyle kaç kişiyi yollarından döndürüyorlarmış iki kuruş fazla kazanmak için.Aman iyi yapıyorsunuz Happily Ever After . Siz yapın,ama kimse kusura bakmasın bu çarpıklıklara blogumda yer vermeye elim mahkum.

Şimdi ortamı tekrar yumuşatmak için sizlere cumartesi sabahı müziği olarak  I will survive'ın jazz versiyonunu Nils Landgren'dan dinlemenizi tavsiye ediyorum :)

Here you are ,


things are -not always- the way they seem.






















point of view

Nakşıdil Sultan



Tiyatro Ayna sunar.

Bir Dilek Türker harikası.

İki akşam önce Şişli Kent Sineması'nda sezonun son oyununa gittik,60. oyunla sezonu kapatıyor Tiyatro Ayna.

Oldukça etkileyici,tek kişilik bir performanstı Dilek Türker'in sahnesi.

Sahnede yalnızca 11 kadın olmak üzere,çarpıcı oyunculuklar vardı.

Osmanlı Sarayı'nın bu denli ön planda olduğu bir dönemde tesadüfen de olsa iyi bir zamanlama Tiyatro Ayna'nınki.

Bir sonraki sezonda kaçırmayın derim.






Peki Nakşidil Sultan kimdir?

Osmanlı aydınlanmasının yeni uyandığı dönemde, Osmanlı Sarayı’na sa­tılmış, soylu bir Fransız Ailenin kızı olan Nakşıdil Sultan; Osmanlı aydınlanma dönemine önemli katkılarda bulunmuştu.

Onun değişik kültürleri buluşturmada ve barıştırmada, dünyadaki yenilik hareketlerine Osmanlı’nın katkısını ve hoşgörü anlayışını açıklamada çok önemli emekleri olmuştur.

Nakşıdil Sultan Osmanlı’dan bugüne gelen süreçte bir dönüşüm noktasıdır. Temel dönüşüm noktası ise II. Mahmut’un öğretmeni olmasıdır. Bu eğitim sürecinde ilk kez Doğu - Batı kültür sentezi gerçekleştirilmiştir. Örneğin Yeniçeri Ocağı kapatılmış yeri­ne Nizam-ı Cedit yani düzenli ordu kurulmuştur. Islahat yenileşme hareketleri başlatılmış bu sayede artık hiçbir iktidar sahibinin kellesi alınmamıştır.




Tanrı ile kul arasına girilmemesi anlayışının kabul görmesi tüm dinlere eşit yaklaşım sağlamıştır.

Aynı zamanda, yenileşme çalışmalarının başladığı bir dönemde Osmanlı Sarayı’nda ya­şamış Avrupa kökenli bir kadının, kölelikten sultanlığa yükseliş serüvenini ve yaşadığı karşılıklı kültürel etkileşimi anlatan bir destandır.








Weimar yolcusu



Weimar; Şehr-i Kalem

Okuduğum bir metinde Weimar hakkında böyle demişti yazar.

Ve haklı.

Evet,hepinize güzeller güzeli bir haberim var. 18 - 31 Ağustos'ta Weimar'dayım. Nerden mi çıktı bu ? Hemen kısa bir feedback geçeyim.
bu sene 5 kişi Weimar Jena Akademie'nin ,,Schülerseminar'' yani en büyük organizasyonlarından biri olan Öğrenci Semineri için seçildi.5 kişi de öyle rastgele seçilmiyor tabii.  [burada kendimi övüyorum dikkat ! ] Abiturlara bakılarak öğrenci seçimi yapılıyor öğretmenler tarafından.Sonrası ise öğrencilere kalmış : Motivationsschreiben ve Lebenslauf diye iki bölüme ayırdığımız bir başvuru mektubu yolluyoruz bizler ve sonra Akademi bize geri dönüş yapıyor. Bu sene tüm Avrupa'dan toplam sayı olarak 16 öğrenci seçilmiş , o yüzden oldukça heyecanlıyım aralarında olduğum için :) Öğrenciler Fransa,İtalya,Bulgaristan,Estonya,Portekiz ve Almanya'dan seçilmiş. Akademi'nin attığı mailde oldukça seçkin bir grup olduğu yazıyor , thanks .

Neyse gelelim iki haftalık seminer programı ve konusuna.
Zaten konuyu görür görmez vuruldum ben , evet çünkü iki hafta boyunca Goethe ve Schiller'in meşhur mektuplarından / yazışmalarını temel alarak kültürel yazı ve edebiyatın günümüze dek uzanan tarihini inceleyeceğiz.HANİ MÜKEMMEL DEĞİL Mİ? Blogumu devamlı olarak takip edenleriniz bilir,benim için seçilmiş gibi konu adeta.

Aylar önce Sahaflar'dan ''Goethe'yle Mektuplaşmalar'' adlı 3 ciltlik bir seri almıştım,bu evrene bi mesaj mı oldu acaba?

Weimar'a geri dönecek olursak: Weimar Almanya'nın ''edebiyat,kültür ve sanatla bütünleşmiş başkenti'' diyebiliriz.Küçük olduğu kadar içi de dolu yani :)

Goethe'nin şehri. Almanya'nın önde gelen şair ve yazarlarının hayatlarında hep bir dönüm noktası olmayı da enteresan bir şekilde başarabilmiş bir şehir. Kleist,Hölderlin,Schiller ve Goethe...Daha ne olsun ki zaten ?

İki haftalık program süresince Akademi'nin Goethe'nin evine ve tarihi Bibliotheklere(kütüphane) özel ziyaretleri olacak. Onun haricinde şehri keşfetmemiz için bize de bol bol zaman veriyorlar. Hatta mailde yazdıklarından özellikle Jena ve Weimar'ı keşfetmemiz için bizi teşvik ettiklerini hissettim . Belki de üniversite seçimimizi burda yapmamız içindir ya da en basidinden şehrin güzelliklerini bizzat görmemizi istiyorlardır kimbilir :) Ama benden yana rahat olabilirler çünkü ne zaman yalnız başıma seyahate gitsem ( bir örnek için bkz. blogdaki Cambridge Anılarım) manyaklar gibi etrafta ne kadar sergi müze varsa ayaklarım su toplayana kadar geziyorum.Sonra da odaya dönünce yattığım yeri zor buluyorum yorgunluktan,ama değiyor :)

Yukarıda saydıklarımın yanında asıl çalışma/ders mekanımız Jena Akademi olucak sanıyorum ki. Öğretmenlerimiz bize Goethe-Schiller yazışmalarına dair incelemeler yaptıracak ve günümüze dek dönüşüp , değişim yaşamaya hala devam eden kültürel yazın ortamını tartışacağız.Ortam tadından yenmeyecek yani.

İşte bu yüzden mutluluğumu sizlerle de paylaşmak istedim , şimdi hepberaber 18 Ağustos'u bekleyelim.Çünkü dönünce yazacağım tonlarca şey birikecek gibime geliyor. (Ve bu sefer Balkanlar turum gibi olmayacak gerçekten gelir gelmez bilgisayarımın başına geçip sizlerle paylaşacağım,söz. )

İşte güzeller güzeli Weimar'a bir bakış daha :




Bu da bir yazarın paylaşımlarından size son alıntım olsun :

''
Goethe, 1774 yılında ‘Genç Werther'in Acıları‘nda mekan olarak Weimar’ı -o sıralar yasak aşk yüzünden canına kıyan elçilik sekreterinin intiharı ile birleştirerek- ilk aşkını anlatmak için kullansa ve Thomas Mann, 1950′de Lotte Weimar’da ile bu aşkı gerçek ve kurmacayı birbirine katarak yıllar sonrası bir zaman dilimi içine yerleştirerek anlatsa da Weimar asla diğer yüzüyle anlatılmamıştır.
Weimar aslında bir sisin ardında. Belki de, bilmemiz gereken hiçbir zaman bilemeyeceklerimiz. Anlatılanların ardında kalanlar, yaşanırken ışıltılı gelmeyen, kimine huzur verirken kimini yokluğuna, hiçliğe, çekip gitmeye mahkûm eden Weimar’ın öyküsü bu yönüyle anlatılmadı çünkü daha önce.
Weimar, küsüp gidenler kadar kalıp göğünde pervaz edenlerin şehri. Ona sürgün olanlar kadar ondan sürgün olanların şehri…
Weimar: Şehr-i Kalem… şehr-i edebiyat, şehr-i fikir… kimi sanatçıların Diotima’sı; kimi sanatçılarınsa Phaeton’u.                                                      ''

Weimar - Jena - Akademie ile ilgili daha fazla bilgi almak için : http://www.weimar-jena-akademie.de/  (ya da Jena veya Weimar'da Goethe ve Schiller'in kültür şehirlerinde üniversite hayatını geçirmek isteyenler varsa mesela ... )


Gatsby,What Gatsby?


BUGÜN GÜNLERDEN THE GREAT GATSBY .

Tarihi not edelim : 17 . 05 . 13  , diCaprio'lu Gatsby'nin ülkemizde vizyona girişi.




Daha bu film yapım aşamasındayken ben bunla ilgili post hazırlamıştım sizlere geçen sene , bilmem hatırlar mısınız?

Ve şimdi tam bir sene sonra burdayız YEHUU .

O kadar coşkuluyum ki akşam filme girene kadar yüzümdeki şapşal gülümseme kalacak gibi görünüyor.

Akşam seansımıza biletler alındı,bekliyoruz.

Ve şimdi bir kez daha tadımlık fragmanımızı izleyelim :)



Başkalarının Hayatı:Tekrar ve Hayatta Kalma

Şimdi bu post'un başlığını görenlerin aklı direkt alman yapımı ''Das Leben der Anderen '' filmine gidecek.Ama gitmesin.

Çünkü bahsedeceğim şey o değil.

Evet efenim bugünkü gündemimizde 20 Şubat'tan beri devam etmekte olup, 27 Nisan'da sona erecek olan bir AKSANAT  sergisi var.




Sergi,Uluslararası Küratör Yarışması kapsamında gerçekleşmiş.

Küratör : Alejandra Labastida

Özetlemek gerekirse bu serginin olayı şundan ibaret :

''Tarihsel eserleri ve olayları kendine mal etme,onlara atıfta bulunma,çevirilerini yapma ve yeniden yaratım stratejileri etrafında üretilen işleri bir araya getirme''

-Tekilliğe karşı duran bir güç : ''tekrar'' ın izinden gidilmektedir .

-Tekrara dayalı çağdaş sanat uygulamalarını anlamaya yönelik yeni bir bakış açısına ulaşmak mümkün sergi üzerinden.

Bir alıntı :

''Kendine mal etme eyleminin parametrelerinden uzaklaşmaya çalışırken,bu parametreleri tekilliğin politik konumunun olumlanmasına yerleştirmektedir.Bu tekillik , başka bir şeye eşdeğer ya da değiştirilebilir olmayı öngören ehlileştirilmiş paradigmaya da karşıdır.''

The Life of Others:Repetition  and Survival.


Kaçırmamak lazım anlayacağınız. Serginin küçük sürprizi de Kiss dinleyenlere gelsin benden.


Bu arada bugün Helena Bonham Carter'ın Tokya Uluslararası Film Festivali'nde filmdeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldüğü ''Conversations with other women ''ı aldım. Filmin başlığı şöyle çevrilmiş: Başka Hatunlarla Sohbetler . ( Hani neden ''hatun'' olmak zorunda onu anlayamadım bir tek. )

80 küsür dakika kısacık bir film ama tatlı olmuş. Aşk üzerine tahmin edebileceğiniz gibi.

Hitchcock presents




Film tavsiyesi : Hitchcock
Kendisi 2012 yapımı olup 2 hafta kadar önce Türkiye'de vizyona girmiştir.

Çok uzun olmamakla da birlikte,eğlenceli mi eğlenceli bir film olmuş.

Alfred Hitchcock rolünde Anthony Hopkins müthiş diyebilirim.Daha iyi bir seçim olamazdı heralde.
The Queen sonrasında kendisine fena halde gıcık olmaya başladığımdan Helen Mirren için aynı şeyi diyemem önyargısıyla gittim ama o da tam oturmuş karaktere (bkz.Hitchcock'un karısı : Alma Reville ) . Tabii bunun dışında Psycho'nun sarışını Janet Leigh rolündeki Scarlett Johansson da harika tek kelimeyle. Zaten Scarlett her zaman harika,neyse.




Filmin en güzel yanı doğrudan 'Alfred'in hayatını değil , hayatının dönüm noktalarını anlatıyor oluşu + bir de Psycho'nun doğumu var diyebiliriz. Hitchcock'un Psycho'yla zirveye yükselişine 'kadar'ki süreci anlatıyor . Bu arada Hitchcockla ilgili bilinmeyenleri (ya da kendi adıma konuşayım , benim bilmediklerim . ) de öğreniyoruz. Mesela Grace Kelly temeline dayanan bir sarışın takıntısı olduğunu,hayatındaki boşlukları filmlerinde rol alan sarışın aktrislerle gidermeye çalışıyor oluşunu...Ve tabii onlar ailelerine ve çocuklarına geri dönünce - yani filmler bitince- her defasında yeniden depresyona girip kurtuluşunu çoğu zaman buzdolabında aramaya çalışmasını... (Kilo problemi olduğunu görmek çok da zor değil ? )

Ama hepsinin ardında karısı Alma'sız yapamıyor oluşu. Bunu kendine ve ona itiraf etmesi ne kadar zor olsa da.

Film böyle su gibi akıp gidiyor,kesinlikle tavsiyemdir.




Sondaki 'Birds' göndermesi de çok tatlı olmuş söylemeden edemicem.

Evet film tavsiyesi diye girdik ama aslında ders molasındayım şuan.
Yarınki Fizik sınavım için induksiyon çalışıyorum :)

Sıkıntıdan ölmeden bu günü de atlatabileceğime inancım tam .

Bu arada Nisan'ın 16sı bugün. Birilerinin doğum günü. Burdan o da kutlu olsun , muuuuucuk .

Son olarak,havada kar kokusu yok mu. Hani Nisan'ın yarısını etmişiz ne alaka ama işte var. Balkon kapısını açtım baya bildiğin kar havası gibimsi falansı.

Hadi görüşürüz .

Bir de şarkı düşüneyim .

Lykke Li,until we bleed gelsin sizlere. Çok fazla bigüzel şarkı. Kendisi de öyle vesselam.

 
Bu arada kimseyi korkutmak istemiyorum ama , Psycho gerçek bi hikayeymiş arkadaşlar.Hani bütün onların hepsi BİLDİĞİN OLMUŞ.
 

Paskalya'da İstanbulModern Kavuşması

Tüm Paskalya tatilim boyunca beklediğim gün sonunda geldi.
Akşamüstüne yaklaşırken , güzel bahar havasının eşliğinde Modern'i yeniden keşfe dalmak için evden çıktık.

Herhalde havanın açmasıyla bütün İstanbul kendini sokaklara atmış olmalı ki,Karaköy'e neredeyse 1.5 saatte ulaştık. Radyo'da bile anons ettiler 'tarihin trafiği' diye . Epey can sıkıcıydı,o yüzden atlıyorum yol bölümünü.

Yoğunluk , zamansızlık biraraya gelince bırakın İstanbul Modern'i , herhangi bir sergiye gitmek bile hayal oldu derken tatilim araya girdi ve beni eski düzenime soktu böylece.

Evet,ilk olarak hangi sergileri kaçırmışım ondan bahsedeyim.

4 sergiyi 2 saate yayarak gezdik,sindirdik işte kendileri:

-''Geçmiş ve Gelecek'' : Açıkçası aralarında en kendinize yakın bulacağınız ve ilgileneceğinizi düşündüğüm bu.Çünkü kronolojik bir akışla Türkiye'de üretilen modern ve çağdaş sanatın ilk günden bugüne geçirdiği dönüşümden bahsederken,gelecekte bizlerin referans verebileceği mümkün yaratıcı ifade olanaklarına/alanlarına birikimler işaret ediyor. Yani biz gençler için birebir , gezilmesi şart.Üstelik hem tarih bilincimizi tetikleyip,uyandırmak hem de geleceğe yatırıma start vermek için oldukça elverişli bir atmosfer diyebilirim. Hem birçok bilinmedik/yanlış bilinen noktalar da aydınlanıyor tarihsel içerik sayesinde.
Örneğin ilk modern heykeltraşlar ve ressamlar birliği 1929 tarihinde kurulmuş.Ben çok daha geç kurulduğunu düşünmüştüm halbuki.Ve Osmanlı paşalarının tablolarından Burhan Doğançay'lara Bedri Rahmi Eyüboğlulara dek uzanan bir kadro var karşınızda,ilgilenmemek elde değil .

 
-''Modernlik?Fransa ve Türkiye'den Manzaralar'': Gelelim 2.sergimize. Adından da anlaşılabileceği üzere Fransız/Türk sanatçıların biraraya gelip oluşturduğu güzeller güzeli karma sergi oluyor kendisi.Modern sanatın dibi de diyebiliriz.Serginin asıl amacı ''modernleşmenin günümüz sanatına etkilerini araştırıp ,bir yandan da yansıtmak''mış.[Buradaki kavram karmaşası tehlikesine düşmemenizi tavsiye ederim,zira ''modernite''nin etkilerini değil,''modernleşme süreci''nin etkilerini araştırmak amaç. (!) Yani -halen- oturmamış bir süreç zaten onları araştırmaya iten.Neyse bırakalım bunu sanatçılarımıza.Let's move on.] 16 Mayıs 2013'e kadar devam ediyor .

-''Prix Pictet:Güç'' : 3. sergi , fotoğraf sergisi. Fotoğrafla vakit bulabildikçe yakından -çok çok yakından- ilgilenmeye çalışan biri olarak benim için en önemlisiydi gezdiklerim arasında. Üstelik serginin başlığı bkz.Prix Pictet günümüzün en önemli fotoğraf ödüllerinden.Bu seferki sergimizinse amacı, toplumsal ve çevresel sorunlar karşısında izleyicide kolektif bir bilinç yaratmak. Yarışma 4. yılında paradoksal ve oldukça yoğun bir kavram olan 'güç' merkezinde toplanmış. Sanırım bunu paylaşmadan edemeyeceğim. Gözüme ilişti ve o kadar doğru ve anlamlı ki , insan bir saniyeliğine de olsa duraksıyor şöyle bi' : '' Felaketlere ve umutsuzluğa yol açan güç,aynı zamanda umudun ve yenilenmenin de amacı.'' Gerisi size kalmış. Tavsiye ediyorum dememe gerek yok sanırım ?
[28 Nisan 2013'e kadar devam ediyor.]


-''VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi Sunar: LÜTFEN RAHATSIZ ETMEYİN '' : Tam tamına tatil kavramı üzerine bir sergi. VitrA ve Türk Serbest Mimarlar Derneği'nin düzenlediği sergi,Türkiye çağdaş mimarlık ortamını belgelemeyi ve tartışmayı hedefliyor. Bu seferki,VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi'nin ikinci serisi.İlkinde doğrudan ticari yapılara odaklanılmıştı.Yeni teması ise ''turizm yapıları''. Sergi,tatil mekanlarına ironik göndermeler yaparken , bir yandan da turizm yapılarıyla soyut bir ilişki kuruyor. Örneğin bizim gerçek anlamda bayıldığımız bölümü paylaşmak gerekirse; sanatçılardan biri Türkiye'deki (Foça'daydı sanırım) ilk tatil köyünün 2004 yılında kapanması ardından,insansızlaştırılan bu mekanın tekrar doğanın eline geçişine ayna tutmuş.Yani: ''Gerçekte zaten doğaya ait olanı,tekrar doğaya -farkında olmadan- iade ediş'' söz konusu. İlk bakışta fazlaca tenha ve bakımsız gibi görünen güncel resimleri görünce bir üzülüyor insan ama sonra daha demin dediğim üzerine yoğunlaşınca (ki zaten sanatçı da bunun üzerinde yoğunlaşmamızı istemiş) neredeyse seviniyorsunuz.Bu çalışma gibi daha birçok yaratıcı bölümden oluşuyor dizinin ikinci sergisi. Hazır yaz ayları da yaklaşmışken ve hepimiz ''TATİL'' diye kıvranmaktayken iyi gelir,serinletir :)

[7 Nisan 2013'e kadar devam ediyor.KAÇIRMAYIN ! Ve daha fazlası için : vitracagdasmimarlikdizisi.com ]


 
 
 
Sergi ziyafetinden sonra artık klasikleşen after-visit geleneğimizi de gerçekleştirdik.
bkz.İstanbul Modern Cafe.
 
Num num num.

favorite book,favorite author,an article.(7)

For it was a successful marriage. Maurois lived with Simone for the rest of his life, and she seems to have tolerated his occasional affairs.
He succeeded in his writing, too. He became a sought-after lecturer and speaker, and was elected to the Académie in 1938. His output was prodigious: he wrote biographies of Byron, Disraeli, Balzac, Dumas père and fils, Hugo, and Proust, among others, as well as novels, memoirs, and collections of essays, including works on politics that aired his genial, mild brand of conservatism.
During the Occupation, he and Simone fled to the United States, then returned to set up a country estate, Essendiéras, in Périgord. Simone ran it as an artists’, writers’ and filmmakers’ haven; people would stay for months, and work in peace. When money ran short, she and Maurois converted part of the property into a lucrative apple orchard. The Herzog mill in Elbeuf eventually went out of business, the victim of international competition and cheap nineteen-sixties artificial fabrics. Maurois does not seem to have mourned it much. He and Simone had one great sorrow, losing their daughter Françoise to liver disease; otherwise, he lived a generally pleasurable, productive life until his death, in 1967.
His last lecture, prepared in that year but never delivered, was called “Illusions.” In it, he included a kind of manifesto of his art and life. Most of human existence is neither extreme nor tragic, he says, yet:
we know that in his daily life man is ever, to a greater or a lesser degree, hag-ridden. Even when all goes well, all does not go perfectly well. Life remains, on the face of it, absurd. What is the meaning of this strange carnival? Why are we here on this fleck of mud, revolving in darkness?… We want peace, concord and the affection of other peoples, and lo and behold here we are at war, massacring and being massacred. Or again we are in love with a woman who at times seems to love us in return and, at others, for no reason known to us, grows cold and distant. We do not understand the universe; we do not understand those who hate us; we do not understand those who love us; often we do not even understand our parents, our children. We do not understand ourselves.
The only possibility of introducing meaning into such a world lies in art, he concludes, and especially in literature. It is the author’s task to create stories that are orderly enough to be coherent, but not so neat that they fail to reflect the true mystery and complexity of human life.
“Climates” is such a story. It is orderly yet unsettling. It breathes an air that is profoundly civilized, but there is something violent and shattering about it, too. “Even when it’s mutual, love is terrible,” says Philippe. It is terrible simply to be human—and there can be no subject more interesting to write about, or more beautiful, than that.
This essay is drawn from the introduction to a new edition of “Climates” by André Maurois (Translated by Adriana Hunter) to be published by Other Press on December 4th.
Sarah Bakewell is the recipient of the 2011 National Book Critics Circle biography award for “How to Live: A Life of Montaigne in One Question and Twenty Attempts at an Answer.”;

favorite book,favorite author,an article.(6)

Maurois’s sense of the psychology of love, in all its fits and agonies, manages to be dated yet eternally insightful. His analysis of jealousy rivals Proust’s, and he shows how Philippe helplessly destroys the genuine but fragile love that Odile feels for him. And “Climates” is as good as Stendhal on the first phase of enchantment, in which the lover undergoes what Stendhal calls “crystallization”—the ability to perceive somebody ordinary as a magical, dazzling, twinkling disco ball of fascination. (The crystal image comes from the salt mines of Salzburg, where it was the custom to hang a branch at the mine’s entrance, then retrieve it a few months later, when—says Stendhal—“its smallest twigs, those no larger than a titmouse’s paw, are spangled with an infinity of diamonds, dancing and dazzling.”) Philippe is blinded by Odile. Never seeing her as she really is, he fetishizes her clothes, her flowers, the trinkets she carries everywhere on their honeymoon (“a small clock, a lace cushion and a volume of Shakespeare bound in grey suede”), and her taste in furnishings. She even decorates their home rather like a salt cave, all white flowers and sleek white carpeting. He adopts Odile’s tastes as his own, to the extent of later trying to make Isabelle imitate them.
Clothes, houses, flowers and furniture are all important in “Climates.” When Isabelle wants to move into her family home, or at least take some furniture from it, Philippe refuses, because he cannot stand their red damask drapes and gargoyle-infested, pseudo-medieval chairs. “Don’t you think that what’s important in life is people not furnishings?” asks Isabelle, but he brushes her aside. Yes, yes, that’s the conventional wisdom, he says, but a house’s atmosphere affects one more deeply than people acknowledge. “I just know I wouldn’t be happy in that house.”
Isabelle gives in, as she tends to, but it is his own natural environment that Philippe is rejecting. Those tasteful oceans of white carpeting were never the real Philippe, and he admits, “My true tastes and my cautious Marcenat mind were things I was now far more likely to find in Isabelle.” Her parents have molded her as his did; when Isabelle and Philippe first meet, they compare notes on “that sort of rural bourgeois heritage that so many French families share.” He can be himself with Isabelle in a way he could not with Odile—and certainly not with her noisy, bohemian family, in whose company he used to become unrecognizable to himself. “I seemed solemn, boring, and even though I loathed my own silences, I withdrew into them.” It was “not my sort of climate,” he felt.
This is why the novel is called “Climates”: in its examination of love, it also becomes an examination of the atmospheres we need to be fully ourselves. Philippe’s complaint about Odile’s family goes to the heart of the book. One can not just transfer one’s personality intact from one environment to the next. Relationships have different qualities of air, different barometric pressures. With Odile, Philippe is first expanded and enchanted, then he contracts and distorts into a jealous monster. With Isabelle, despite himself, he is himself.
Moreover, Isabelle has a huge advantage in having a certain control over her own climate. She is able to choose her servitude, even to affirm it, rather than being helplessly in the grip of her emotions, as Philippe had been with Odile. Looking back to his treatment of Odile, Philippe reflects that he showed “no unkindness, but no generosity of spirit either,” but this is never mirrored in Isabelle’s half of the story. She is all generosity. She even puts forward a strange argument: that we should not attach importance to our loved one’s failings, or to what a person actually does, for what matters is that that person alone enables us to live in a particular “atmosphere,” or, as she also puts it, in a “climate.” That is all we need; it is a devotion that is called forth from our deepest being, but it is not a blind devotion.
“I wanted to love you without trickery, to fight with an open heart,” writes Isabelle to Philippe. “It should be possible to admit to loving someone and yet also succeed in being loved.” Should it? Is it? It should, and sometimes it is. But oh, how complicated human beings are. And, in the end, something compelled Maurois to take Philippe away from Isabelle after all, thus parting company both with Isabelle’s optimism and with the story of his own second, successful marriage.

favorite book,favorite author,an article.(5)

What are we to make of Maurois and his love life? By his own account, he married one unsuitable young woman because of a romantic idea that had nothing to do with her true personality, and made her life miserable, as well as his own. Afterward, he married another woman who, he hints, loved him more than he loved her. Yet, as Janine saw, he was aware of his own propensity for uneven partnerships, and channelled his literary talents into exploring it in fiction and biography. He was a writer to the core, and this is one vital difference between him and Philippe in the novel. It changed everything, at least for him. Perhaps it changed it for the women in his life, too, so deeply interwoven was his work with his relationships.
There was another difference. Love makes Philippe Marcenat dull—not to the reader, but to his long-suffering beloved. He realizes only belatedly how tedious Odile must find the long evenings in which he does little but gaze adoringly at her. Working long hours at the factory, consumed by jealousy, Philippe forgets how to have an entertaining conversation. Maurois, by contrast, was energetic and vibrant. A friend, Edouard Morot-Sir, wrote of “the gentle expression of his eyes, his smile, the finesse and warmth of his voice,” and he remembered Maurois’s endless fund of stories. He was a man of infinite curiosity about human nature—a mark of a person who surely can never be boring.
****
“Climates” began life in the mid-nineteen-twenties, after the death of Janine, as a short story called “La Nuit Marocaine.” Set in Morocco, it was about an eminent personage who falls ill and is told he will die. He summons his friends, and confesses to them the true story of his life, which revolves around his love for three women, each of whom he has hurt in some way. Unfortunately, he then proceeds not to die. He lives on, but must adjust to the changed image that others now have of him.
Starting from this point, Maurois first realized that the middle woman, an actress named Jenny Sorbier, was less interesting, so he dumped her. He also disposed of the Moroccan setting and the framing story. The novel was easy to write, largely because, as Maurois wrote, “I was able to nourish my imaginary characters on real emotions.”
In turning short story to novel, he also introduced an elaborate literary device. In the first half, Philippe recounts his love for Odile in the form of a letter to his second wife, Isabelle—a bizarre and cruel thing to do, one might think, but something that Isabelle seems to welcome because it enables her to understand him better. In the second half, she responds by writing the story of her love for Philippe, an account meant for him to read. Because Maurois also needs to continue conveying Philippe’s emotions directly, he has Philippe write a diary, which Isabelle reads and (implausibly) quotes at length in her letter back to him. Part Two strains credulity at times, but the device is worth the trouble, for it highlights the novel’s themes of reading, writing, reflecting, reënacting, and transcribing.
Love is interwoven with these activities throughout the book. As in real life, Philippe’s love for Odile is born from literature in the form of “The Little Russian Soldiers.” Odile’s decline is measured out in her habit of reading poems about death. With Isabelle, Philippe reads constantly: Balzac, Tolstoy, Proust, Stendhal, Merimée. At first, Isabelle finds Proust and the others dull, but she wills herself to adapt to Philippe’s preferences, though not before remarking, “Nothing could have been easier than understanding Philippe’s taste in books: he was one of those readers who look only for themselves in what they read.” Philippe has already admitted this at the end of the first part: trying to get over Odile, he writes, “books flung me straight back into my dark meditations; all I looked for in them was my pain and, almost in spite of myself, I chose those that would remind me of my own sad story.” This is Philippe all over—he looks for himself in every book he reads, just as he looks for his “queen” in every woman he is involved with. Isabelle has a less self-centered approach, and reads mainly to understand the man she loves. At novel’s end, she even reads his old copy of “The Little Russian Soldiers.” These are two extreme models of reading: looking in books to see oneself mirrored again and again, or reading to enter another person’s experience, and thus to enlarge oneself.

favorite book,favorite author,an article.(4)

But life in Elbeuf was difficult. Janine made few friends. “I don’t know whether I can live here,” she told Maurois. “It seems so sad, so sad…” The image with which their love had begun, of walking on the bottom of the sea, summed up the marriage’s combination of enchantment and oppressiveness. Janine gave birth to the first of their three children in May, 1914, but the war began and Maurois went away, leaving her more isolated than ever.
With his excellent English, Maurois was posted as liaison officer to the British Army. That experience inspired his first novel, “Les Silences du Colonel Bramble,” which was published in 1918. After the war, he returned to the mill, but was also lionized in Paris, and spent more and more time writing. The children’s nurse complained, “Instead of scribbling in the evenings, Monsieur would do better to go out with Madame, and instead of scribbling during the day Monsieur would do better to look after his business.” Janine scribbled, too, filling notebooks with records of her migraines, stomachaches, cramps, and aching legs. She wrote notes, in English, of times when she felt “moody” or “awfully bad,” and she wrote, chillingly, “Something is broken.”
Sometime in the early nineteen-twenties, Maurois began having affairs. Janine had them, too, or at least flirtations, especially on their seaside vacations in Deauville. Maurois enjoyed great success with “Ariel,” a biography of Percy Bysshe Shelley—more a novelization of his life, really. (It became memorable to later English-language readers for being reprinted in 1935 as No. 1 in Penguin’s first series of paperbacks.) It recounts Shelley’s disastrous marriage to Harriet Westbrook, who drowned herself in the Serpentine after the poet abandoned her. Maurois put a lot of his own personality into Shelley, and wrote of Harriet as a “child-wife” made bitter by unhappiness. He could be savage: “Even when she had the air of being interested in ideas, her indifference was proved by the blankness of her gaze. Worst of all, she was coquettish, frivolous, versed in the tricks and wiles of woman.”
Both he and Janine were suffering from each other, and Janine obsessed over the portrait of herself in “Ariel.” It is heartbreaking to learn, from Maurois’s own memoir, that she read it repeatedly—the manuscript once and the printed book twice—and copied out passages. “You talk about women better than you’ve ever talked to me about them,” she said. Yet she could see that Maurois was aware of his own weaknesses, too. “Since he understands so well,” he imagined her thinking, “Why doesn’t he change?” Their relationship had begun under the sign of “The Little Russian Soldiers,” and its disintegration was similarly reflected in literature, through “Ariel.” Side by side, they looked into the book as into a double mirror, seeing each other’s faces as well as their own. In the early nineteen-twenties, Janine, like her counterpart in “Climates,” got the idea that she was destined to die soon. She was right. Becoming pregnant again in late 1922, she developed septicemia, was operated on unsuccessfully, and died on February 26, 1923. Maurois was bereaved, and free.
****
It was not long before he married again, to the woman who would be his lifelong companion, Simone de Caillavet. The granddaughter of Anatole France’s mistress Léontine Arman de Caillavet, Simone was highly educated, patient, and well-balanced, and she devoted herself to Maurois’s work. She typed his manuscripts and learned shorthand so as to be able to help him further by taking dictation. If it is disturbing to think of Janine’s constant reading of “Ariel,” it is at least as much so to imagine Simone working on the drafts and typescripts of “Climates,” in which she is cast, very little changed, as Isabelle de Cheverny.

favorite book,favorite author,an article.(3)

It happened on vacation in Geneva. An actress friend with whom he was travelling introduced him to a sixteen-year-old schoolgirl of Russo-Polish origin, Jane-Wanda de Szymkiewicz, nicknamed Janine. Janine’s father was dead and her relationship with her mother was troubled; she was emotionally vulnerable, beautiful, and charming. Photographs show a fashionably dressed, very young woman, with a forthright gaze, delicate lips, and a languid droop to her lower eyelids, which gives her an air both soft and sad. Maurois and Janine went walking in the town, and she told him that she had dreams of walking on a seabed, surrounded by fish. They looked at flower stalls and cheap jewellery, just the kind of trinkets that he normally despised. She loved them, so they became instantly magical to him, too. “I have been waiting for you for twenty years,” he cried.
He meant this literally. Janine matched a template that had originated in a novel he read in adolescence, “Les Petits Soldats Russes” (“The Little Russian Soldiers”). (The same novel appears in “Climates,” and plays the same role.) It told of a schoolgirl who is elected a queen by the boys in her class; they become her willing slaves and compete to make ever greater sacrifices for her. The book influenced Maurois’s erotic fantasies permanently. He too longed for “a love that would be at once suffering, discipline, and devotion,” as he wrote in his memoirs. With her Slavic features and her cool, rather fey manner, Janine de Szymkiewicz made a perfect Russian queen.
She was wiser than he, for she responded to his “twenty years” announcement by warning, “Don’t put me too high.” But he did just that—or, rather, he treated her with the same mix of submission and domination that he later ascribed to Philippe. Maurois arranged for Janine to transfer from Switzerland to a finishing school in England, where he visited her frequently. In 1912, they married, despite his family’s disapproval, mostly silent of course. Janine’s mother was rumored to have a lover, which was scandalous, and they rightly suspected that Janine would have difficulties fitting into Elbeuf society. Still, the marriage started well. They took a house near the mill; Maurois worked, and Janine poured her creativity into flower arranging and gardening. She bought vases of Venetian glass and Lalique crystal; Maurois balked at the expense but marvelled at her ability to spend hours “studying the curve of a stem or a green cloud of asparagus ferns.” She called him Minou, he called her Ginou.